Turgut Özal en çok kime kızardı
Turgut Özal en çok kime kızardı
Mehmet Barlas “arkadaşım” dediği Turgut Özal’ı anlatırken onun özel hayata ve siyasete nasıl baktığını örneklerle sundu ve en çok kimlere kızdığını iki kelime ile ifade etti:
Mehmet Barlas “arkadaşım” dediği Turgut Özal’ı anlatırken onun özel hayata ve siyasete nasıl baktığını örneklerle sundu ve en çok kimlere kızdığını iki kelime ile ifade etti:
Yeni ve başka olan her şeye çok meraklıydı. Teknolojiyi çok yakından takip ederdi. Bir ayağı Malatya’da diğeri New York’taydı. Başkasıyla mücadele yerine, kendi icraatlarına yoğunlaştı. Sivildi. Babacandı. Tıpkı bir kuyruklu yıldız gibi geldi ve geçti. Onu tutamadık. Mehmet Barlas “arkadaşım” dediği Turgut Özal’ı Moral Dünyası dergisinin Nisan sayında bakın nasıl anlattı:
Dr. Veli Sırım'ın söportajı
Cumhuriyet tarihimiz içinde adından en fazla söz ettiren isimlerden birisi hiç şüphesiz Turgut Özal’dır.
Hakkında çok şeyler söylendi. Belki birbirine taban tabana zıt ifade ve nitelemelere aynı anda muhatap olan ender şahsiyetlerdendi.
Ama öyle veya böyle, 20. yüzyılın son çeyreğine adını yazdıran, yaptığı icraatlarla “Özal Dönemi” unvanıyla bir dönüm noktası olarak ifade edilen önemli bir şahsiyetti. Cumhurbaşkanı olduktan sonra da renkli kişiliği, duruşu ve misyonuyla, ülkemizdeki hemen her gelişmede adı hemen dillerden dökülüyor. Tıpkı cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi yaşadığımız şu zaman diliminde olduğu gibi.
Bundan sonraki politika hayatında neler olur bilemeyiz. Seçilen cumhurbaşkanlarımız nasıl anılır, nasıl bir portre ortaya koyarlar, onu da bilemeyiz. Ama çok büyük ihtimalle Özal adı her fırsatta anılacak. Tıpkı vefat ettiği 17 Nisan 1993 tarihinden günümüze kadar olduğu gibi.
Turgut Özal’ı 1980 öncesinden itibaren tanıyan, onunla çok yakın arkadaşlık bağları kuran gazeteci-yazar Mehmet Barlas’a Özal’ı, yeterince bilmediğimiz ve tanımadığımız yönlerini sorduk.
İşte vefatından 14 yıl sonra, Mehmet Barlas’ın anılarından yansıyan bir Turgut Özal portresi.
Sizin dünyanıza yansıdığı şekliyle “Turgut Özal” portresini nasıl aktarırsınız?
İsterseniz önce Özal’ı nerede tanıdığımı ve nasıl sevdiğimi ifade edeyim. 1980 öncesi yıllarda bir gece bir davetteydik. O gece alaturka vardı, bir fasıl vardı. O sıralarda Özal’ı uzaktan tanıyordum. Fasıl başladı. Nihavent faslına girildi. Ben de aralarındaydım. Birden Özal kalktı koltuğundan, söyleyenlerin arasına katıldı. Benim yanıma oturdu. Baktım; müthiş alaturkacı. Ben ondan önce de bu yönü olan bir başka politikacıyı daha çok sevmiştim: Turan Güneş. Baktım Turgut Özal da öyle.
Bir Türk, hele ikinci dünyası alaturkaya dönük bir Türk iyi bir insandır şeklinde bir önyargı, bir apriori gibi bir şey var bende. Sonra kendisiyle uzun uzun sohbet ettik. Kendisine bu alaturka sevgisinin kaynağını, sebebini sordum. “Ben gençliğimde, öğrencilik yıllarında alaturkanın ve faslın tadına vardım” dedi.
1940’lı yılların sonunda, Teknik Üniversite’de öğrenciyken alaturka yapılan bir lokale gidermiş. “Orada Zekai Dede’nin bir şarkısına tutuldum” dedi. “Bin cefa görsem ey Sanem, sendendir.” Buradaki Sanem put değil “Allah” manasında. “O şarkı benim hayatımın şarkısı oldu” dedi. “Hep inandığım için; bir iş yaptığım zaman, bir hizmet yaptığım zaman hep O’nun için yaparım. Başıma bir iş gelse de O’ndandır diye kabullenirim. Tevekkülle kabullenirim. İşte bu yüzden bu şarkı benim şarkım oldu” dedi.
Bunun gibi başka bilinmeyen yönleri var mıydı?
Bir başka yönünü bir örnekle anlatayım. Turgut Özal öldükten kısa bir süre sonra 40’lı yaşlarda genç bir adam bana gelmişti. Bir üniversitede doçentmiş. Ayrılmış. Bir arkadaşıyla birlikte bir bilgisayar yazılım şirketi kurmuşlar. Türkçe bir program yazdıklarını söyledi. 1992 yılında Ankara’da bir bilgisayar fuarında ürünlerini sergiledikleri yerde birden her taraf polislerle dolmuş. “Cumhurbaşkanı Özal geldi” demişler. “Baktık Özal geldi. Önümüze durdu” dedi. Özal onlara “Ne yapıyorsunuz siz?” demiş. Doçent misafirim gelişmelerin devamını anlattı:
“‘Bir şirket kurduk. Bilgisayar programı yazıyoruz’ dedim. Özal ‘Verin bakayım’ dedi, disketi aldı, bilgisayarın başına geçti. Polisler de bekliyor. Etraf çok kalabalık. Bilgisayarda programa biraz göz attı. ‘Bunda bir hata var’ dedi. Bunun üzerine ‘Sayın Cumhurbaşkanım, ben doçentim’ dedim. İzah etmeye çalıştım. Ama Özal, ‘Ver bu disketi bana’ dedi ve yanında götürdü. Gece saat 3’te evimin kapısı çalındı. Gelenler polisti. ‘Çankaya’dan sizi istiyorlar’ dediler. Gittim. Pijamasıyla bilgisayarın başındaydı. Bana ‘Senin yanlışını buldum’ dedi. Sonra bana ‘Şunun konfigürasyonunda hata yapmışsınız’ dedi ve gösterdi. Hakikaten hata yapmışız.”
Misafir doçent bunları söyledikten sonra ağlamaya başladı. “Ben bir daha programımı düzeltecek bir cumhurbaşkanını nerede bulurum?” dedi.
1980’lerin sonunda, New York’a gittiğimde ilk CD’ler çıkmıştı. İki tane aldım. Birisini kendime, diğerini Özal’a. CD’lerde Shakespeare’in bütün eserleri vardı. Bütün din kitapları vardı. Özal’a verdiğimde, hatırlıyorum iki gün o CD’lerin başından ayrılmamıştı.
Mesela Nokia’cılar anlatmıştı. Bu ilk çıkan cep telefonları hatırlarsanız çok büyüktü. Nokia yetkililerinin ziyareti esnasında Özal kendilerine “Çip diye bir şey var” demiş. “Uygarlığın tarifi ‘Bilgisayar çiplerinin küçülmesi, patates cipslerinin büyümesidir.’ Siz bunların çiplerini küçültüp cebe sokulacak hale getirdiğinizde çok satılacaktır” demiş. Bu sözlerden etkilenen Nokia elemanları, dışarı çıktıktan sonra, yanlarında bulunan Türklere “Turgut Özal cumhurbaşkanlığından ayrıldıktan sonra bizim Nokia’nın yönetim kuruluna girer mi?” diye sormuşlar. İşte Özal istikbali gören, hakikaten vizyon sahibi bir kişiliğe sahipti.
Kişilik ve şahsiyet olarak Turgut Özal’ın farklı ve ayrıcalıklı yönlerinden bahsettiniz. Acaba, bir cumhurbaşkanı olarak Özal’ı farklı kılan özellikler nelerdi?
Bir vizyondan bahsettik. Bu vizyonun temel özelliği yarına ve yeniye dönük oluştur. İkinci önemli özelliği toplumun her kesimiyle barışık oluşuydu. Özal, düşünmekten kaçınanlar hariç, dondurulmuş düşünceler hariç herkese açıktı.
Yine hiç unutmuyorum, Cumhurbaşkanı olduğu dönemlerden birindeydi. İstanbul’daki büyük bir otelde toplantı vardı. Özellikle din adamları ağırlıklı bir toplantıydı. Özal konuşmacıydı ve Özal’a eleştiriler yöneltildi. Yaşlı ve sakallı bir kişi çıktı ve “Sen Türkiye’ye çok kanallı televizyonu getirdin ve pornoyu soktun. Sabahlara kadar porno oynatılıyor. Ahlâk kalmadı” dedi. Bunun üzerine Özal kürsüden şöyle dedi:
“Birinci olarak, senin gözlerinin altı mosmor; belli ki sen sabaha kadar porno seyrediyorsun. İkincisi, teknoloji bize ‘uzaktan kumanda’ gibi bir cihaz vermiş. Allah da beyin vermiş. Beğenmediğin, tasvip etmediğin bir program olunca beynin parmaklarına emir veriyor ve parmakların bir başka kanalın düğmesine basıyor. Sen bunu da kullanmaktan âcizsin. Ayrıca Allah insana öyle bir özgür irade vermiş ki, hiçbir şeyi insan beyninde yasaklayamıyorsun. Sen burada kalkıyorsun, yasakçılık yapmaya çalışıyorsun. Bana da yasakçı olmamı mı öneriyorsun?”
Özal’ın en çok kızdığı şey, “Mağarada yaşayanlar” diye nitelediği kişilerdi.
Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminde alışık olmadığımız başka yönleri ve icraatları var mıydı?
Ben ayda bir Mısır Çarşısı’na giderim. Mercan Yokuşu’ndan, Bakırcılar Yokuşu’ndan aşağıya doğru inerim. Tahtakale’yi gezerim. Kapalı Çarşı’da esnafla görüşürüm. “Ne oluyor, ne bitiyor?” diye sorarım. Nereye gitsem, hangi dükkâna gitsem Özal’ın o dükkânın sahibiyle fotoğrafını görürüm.
Kapalı Çarşı’da, Bedesten’de mermer işi yapan bir dükkâna girdim. Baktım yine Cumhurbaşkanı Özal’ın kolunu adamın omzuna atmış şekilde bir resim asılı. Dükkâna gelmiş ve dükkân sahibine “Sen farkında değil misin?” demiş. “Yatırım mallarında, önemli ürünlerde bütün gümrükleri sıfırladık. Bak sen mermer işi yapıyorsun. Git İtalya’ya, orada mesleğinle ilgili âletler al. Mermerle gümüşü birleştir. Yeni bir ürün üret. Dünyaya açıl” diye tavsiyelerde bulunmuş. Hakikaten adam Özal’ın sözünü dinlemiş. “Gittim, gerekli âletleri aldım. Şimdi satışlarım 5’e katladı. Benim yaptığımı da kimse yapamıyor” dedi.
Bu dönemde Özal’ın sergilediği vizyonu gerilere, hatta 1980 ihtilali öncesine kadar gittiğimizde de aynı ölçekte görebilir miyiz?
24 Ocak 1980’de yazılan ekonomik paketi Özal yazmıştı. Türkiye’nin serbest ekonomi pazarı modeline geçişi sağlayan paketti bu. Demirel başbakandı. Ama Özal hem başbakanlık müsteşarı, hem planlama müsteşarıydı. 24 Ocak paketini o yazdı. Paris Kulübü’ndeki bütün borç müzakerelerini o yaptı. Turizm hamlesi, dış ticaret hamlesi, iletişim hamlesi, çok kanallı televizyonlar... Şöyle bir sıraladığınız zaman, Özal’dan önceki dönemle Özal sonrası dönemi mukayese etmeniz mümkün mü?
İşte Özal’ın vizyonunu sadece mermer işçisiyle değil, asıl bunlarla çok bariz olarak görmek mümkün. Örneğin Özal’dan önce cebinizde döviz bulundurmak suçtu. Hapse girerdiniz. Özal’dan önce iki senede bir yurt dışına çıkardınız. Onun dışında Merkez Bankası’ndan izin almanız gerekirdi. Bunları dikkate aldığınız zaman Özal’dan önce, Özal’dan sonra arasındaki farklar açıkça görülecektir. Türkiye’de “Özal sonrası” diye bir dönem var. Özal’ın başbakan olmasıyla, ANAP’ın “Birinci Değişim Programı”nı başlatmasıyla Türkiye eskisinden çok farklı bir noktaya gelmiştir.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça Özal ismi, yine sıkça anılır oldu. Özellikle de Başbakan Tayyip Erdoğan ismiyle ve bir kıyas ölçütü olarak… Tayyip Erdoğan’ın gerek şimdi, gerekse 2002 seçimlerinin ardından Özal’la kıyaslanmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Özal’dan sonra kim gelirse gelsin politikacılar hep Özal’la mukayese edilecektir. Çünkü bir insan geliyor, iktidar olmadan önce ülkenin ve dünyanın tablosunu çiziyor, kafasında projeler oluşturuyor, bir değişim programı hazırlıyor ve bunu da uyguluyor; çok kısa sürede uyarlıyor. Türkiye’de en uzun otoyol neydi? Gebze-Haydarpaşa arası 40 kilometrelik yol. 1923’ten bu yana. Biri geliyor ikinci köprüyü yaptığı gibi Ankara’ya, Edirne’ye kadar oto yollar yapıyor. 1980’de Türkiye’de 60 bin yatak var. Sadece Rodos adasında olduğu kadar. Bir bakıyorsunuz Özal sahilleri turizme açıyor. Türkiye turizm ülkesi oluyor.
Bundan sonra gelen her politikacı ister istemez Özal’la mukayese edilecektir. Önce “misyonu” sonra, “Vizyonu, programı, geleceğe yönelik ufku var mı?” sorusu sorulacaktır. Daha sonra “Bu söylediklerini icra edebiliyor mu?” denilecektir. Bu üç unsur olmadan olmaz. İşte Özal’da bu üçü birlikte vardı.
Ülke yönetimine gelenler ve iktidar koltuğuna oturanlar açısından “muktedir olup olmama” olgusu sıklıkla gündeme geliyor. Sizce nasıl “muktedir” olunur? Özal dönemini bu açıdan nasıl değerlendirebiliriz?
Muktedir olmak ne demektir? Meselâ 12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra başbakan olmuşsunuz. Cumhurbaşkanı bir asker. Üstelik de ihtilali yapan güçlü bir asker: Kenan Evren. Ülke yönetiminde ordu bütün ağırlığıyla duruyor. Şimdi bu şartlar altında nasıl muktedir olunur? 12 Eylül nasıl sona erdirilir? Ben bu soruyu Özal’a sordum. “12 Eylül’ü nasıl sona erdirdin?” dedim. Bana “Necdet Öztorun’u emekli ettiğim gün bitirdim” cevabını verdi. Genelkurmay Başkanı olması önceden belirlenmiş, davetiyeleri gönderilmiş bir Orgenerali emekli ettiği gün muktedir olduğu da ortaya çıkıyor değil mi?
Bir yazınızda Özal’ın “sivil” olma özelliğine vurgu yapmıştınız. Bu ifadeyi açabilir misiniz?
Özal halktan, sivil toplumdan gelen bir insandı. Askerî disipline değil, sivil toplumun aklına, özgürlüğüne ağırlık veren bir politikacıydı, bir liderdi. Aslında insanların sivil olup olmadıklarını sadece üstlerindeki elbiseye bakarak anlamayabilirsiniz. Sivil paşalar vardır mesela. Kendilerini askerden gibi görürler. Öyle siviller vardır ki Bonapartizm yaparlar. Militarizm yaparlar. Darbe körükçülüğü yaparlar. Özal halka güveniyordu. Türk halkının, toplumun doğru olanı seçeceğine inanıyordu. İşte sivillik de budur zaten.
Özal’ın cumhurbaşkanlığına seçilmesi öncesinde, bir cumhurbaşkanı olarak Cuma namazına gidip gitmeyeceği bazı kesimler tarafından sürekli dile getirilmişti. İşte bu dönemde “teamüller” kavramı sıklıkla dile getirilmişti. Bir icraatın teamüllere aykırı veya uygun olması sizce ne demektir?
Turgut Özal Cuma namazına gitti. Demirel de gitti. Bazı insanların kafalarında bazı şeyler var ama çoğu yanlış. Bunlar aslında teamül değil, çarpıklık. Bir başka örnek vereyim. Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nın görevi cumhurbaşkanını korumak mıdır, değil midir? Ama bu ülkede Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı iki kere cumhurbaşkanını devirmedi mi? Celal Bayar’ı Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı tutuklamadı mı? Çağlayangil cumhurbaşkanı vekili iken Cumhurbaşkanlığı Alayı onu indirmedi mi? Teamülse böyle çok teamül var.
Merhum Cumhurbaşkanı Özal’ın ölümü de çokça gündeme geldi. Hatta yakın bir geçmişte oğlu Ahmet Özal bir gazetede yayınlanan röportajında “Babamı Rusya öldürttü” şeklinde bir iddiayı dile getirdi.
Özal’ın ölümü Türkiye için de dünya için de bir kayıptır. Ancak Özal sağlıklı bir insan değildi. Özal by-pass ameliyatı geçirmişti. Özal’da prostat kanseri vardı, kanser ameliyatı geçirmişti. Çok aşırı kiloluydu. Bütün tavsiyelere rağmen kilosunu bir türlü gözetemiyordu ve çok sağlıksızdı. Son seyahatinde de çok yorgun olduğunu, bütün seyahatte bulunanlar söylüyordu.
Şimdi Özal öldü mü öldürüldü mü? Bu konuda benim bir şey söylemem mümkün değil. Bu konuda hiçbir somut bilgim yok. Ama burada feci olan nokta, Özal’ın kalp krizi geçirdiği sırada Çankaya’da doktorun bulunmamasıydı. O gün doktor izinliydi. Özal’ın sağlığına, cumhurbaşkanının sağlığına Türkiyedevleti gereken özeni gösteremedi. Asıl mesele bu.
Aslında bu ihmal suikasttan daha kötü, daha ağır, değil mi?
Yani nasıl ihmalden dolayı çocuk rögardan düşüyorsa, cumhurbaşkanı kalp krizi geçirince doktor bulunamıyor. Çankaya’da da böyle, İstanbul’da sokakta da böyle.
Özal ailesi hakkında çokça menfi haberler, yorumlar ve eleştirilere hedef olmuştu. Özal’la uzun yıllar yakınlığınız ve diyalogunuz oldu. Görüşmeleriniz sırasında Özal’ı ailesiyle birlikte de tanıma imkânınız oldu. Acaba Özal nasıl bir aile reisiydi?
Çok babacan bir aile reisiydi. Bir kere eşine ve çocuklarına karşı çok büyük bir zaafı vardı. Onların hatalarını bile görmek istemezdi. Aslında bütün babalar böyledir. Evlatlarının hatalarını görmek istemezler. Ama insan başbakan veya cumhurbaşkanı olduğu zaman ailesinin yaptıkları, doğru veya yanlış, kamuoyuna da mal oluyor.
Ben Özal’ı tarafsız olarak değerlendiremem. Ailesine karşı en ufak bir söz söyleyemem. Ama Özal yaşarken ve iktidarda bulundukları dönemde çokça eleştirdim. Yazılar yazdım. Kavgalarımız oldu. Hatta benim ailesine yönelik yaptığım eleştirilerimden ötürü konuşmadığımız dönemler oldu. Ama Özal’ın ölümünden sonra onun ailesi hakkında ağzımı açamam. Yalnız şunu söyleyeyim. Türkiye’de kim başbakan veya cumhurbaşkanı olursa olsun, ailesi hakkında mutlaka bir şey söylenecektir.
Özal’ın şansızlığı üç tane çocuğu vardı. Demirel’in hiç çocuğu yok. Ama yeğenlerini bilmeyen var mı? Bu ve benzeri örneklere baktığınız zaman, çok içe kapalı olunduğu takdirde, aileyi dışa karşı kapama başarıldığı takdirde bu gibi konuların kimse farkına varmaz. Ama Özal o tip bir insan değildi. Hele demokratik ülkelerde demokratik liderler ailelerini evlerine kapatamıyorlar. O bakımdan Özal’ın ailesinden hareketle yıpratılması doğaldır.
Yöneltilen eleştirilerden bir kısmı doğruydu. Burada önemli olan nokta, ailelerin dikkatli olmalarıdır. Bir aileden başbakan, bakan, cumhurbaşkanı çıktığı zaman ailenin kendini toparlaması gerekir. Devlet kuşu bir aileye konduğu zaman o ailenin içe kapanması gerekir. Ticaret yapmamaları, ortada bulunmamaları lazım. Ama bu maalesef istenilen ölçüde yapılamıyor.
Son söz olarak Özal’ı az ve öz olarak tarif etmenizi rica etsek, ne derdiniz?
Çok iyi bir arkadaştı. Gerçekten değerli bir insandı. Oturup konuştuğunuz zaman çok şey öğrendiğiniz, sizden yaşça büyük, ancak kafaca aynı titreşim katsayısında dünyalı bir insandı. Amerika’da da kendisini rahat hisseden, Türkiye’de de kendisini rahat hisseden; bir ayağı Malatya’da, diğer ayağı New York’ta olan dünyalı bir insandı. Türkiye onu kaybetmekle çok şey kaybetti. Özal tıpkı bir kuyruklu yıldız gibi geldi ve geçti. Onu tutamadık.
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.